27 Şubat 2013 Çarşamba

Ülkücüler Filmini İzle


Film yayından kaldırılmıştır. Film yapımcıların izin vermesi durumunda tekrar yayına alınacaktır.

Daha sonra yapımcıların farklı yapımlar ile karşımıza çıkmaları için DVD satışlarını destekleyiniz. Alacağınız bir DVD bir sonraki Ülkücü Çalışma için katkı olacaktır.



İLETİŞİM

Ülkücüler Film Senaryo: BİLAL KALYONCU
Yapımcı: ARİF İLKE- BİLAL KALYONCU
Yönetmen: HALİL SARI - BİLAL KALYONCU

Seyyid Abdülhakim-i Arvasi Kimdir?


Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük velidir. Silsile-i aliyyenin otuz dördüncüsüdür. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 yılında Van'ın Başkale kazasında doğdu. 1943‘de Ankara'da vefat etti. Kabirleri Ankara’nın Bağlum nahiyesindedir. 

Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki şer'i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde numune olmakla tanınmış ve halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.

İlk tahsilini babasının huzurunda gördü. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri Nehri'de gördüğü bir rüya üzerine tahsiline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:

Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah'ın Resulünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risalet makamında oturmuşlardı. Onun heybet ve celali karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zat... Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu: "Hayz zamanında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suali tekrar sormaması için gayet yavaşça ve alçak bir sesle; "Dinin sahibi hazırdır, buradadır" diye cevap verdim. Maksadım, onun huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defa emir buyurdular.

Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış" diyerek rüyamı tabir etti. Babama; "Kâinatın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevabı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için, böyle bir sual, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir.”

Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini mânevi yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri'nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasi, rüyasında Allahü teâlânın Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım" buyurmuştu.

Nihayet Seyyid Abdülhakim Arvasi, 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin huzuruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tevbe ve istihare oldu. İstiharede şöyle bir rüya gördü: 
Seyyid Tâhâ hazretleri, camide, talebesi Seyyid Fehim'e şu emri veriyordu: "Abdülhakimi al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamamen yıka! Sonra ikimize de imam olsun!.. Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccadeye bırakıyordu. 

Bu rüya onun talebeliğe kabul edildiğine dair gayet açıktı. Tabire muhtaç kısmı sadece cevâzımât-ı hams tabiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'i, kesin demektir. Hams yani beş adedi ise âlem-i emrin, latifenin tasfiyesine işaret olduğu açıktı. Rüyanın başka tabire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilahi lütuf ve sonsuz bir ihsandı.

Seyyid Abdülhakim Arvasi, gördüğü bu rüyanın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsil edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı. 

Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad', beyan, meani, bedi', belagat, kelâm, usul-i fıkıh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale'de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.

1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu'yu işgal edince, Başkale'den hicret edip, Irak'a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul'a geldi. Eyüp Sultan'da önce yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen İlahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.

Anadolu'da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu'ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaaz ve tedris ile meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir'e gönderildi. Zor şartlar altında İzmir'de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı. Ankara'ya getirildi. Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete intikal etti. Ankara'nın kuzeyinde bulunan Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.

Seyyid Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zayıfça olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı.

Her hâli ve hareketi ile İslamiyet’e uyardı. Çok mütevazı olup; "Ben" dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.

Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazı, pek alçak gönüllüydü. Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu'nda Ağa Cami-i şerifleri kürsilerinde senelerce ilim neşretmiştir. Sultan Selim Cami-i şerifi yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır. Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde müteaddid mektupları vardır. Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahâbe-i Kirâm ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.

Yetiştirdiği seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çeşitli din ve fen kitaplarının yazarı, eczacı, kimyager ve emekli öğretmen albay Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir. 1929'dan 1943 senesine kadar o büyük zattan ders almış, Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve İngilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din kitapları neşretmiştir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim Arvasi'den aldığını eserlerinde belirtmektedir.

25 yıl önceki rüyadaki şahıs
Seyyid Abdülhakim Efendi, 1897 yılında hac vazifesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medine'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zat vardı. Onunla beraber bir gece, mübarek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saadet şebekesine döndürmüş, son derece edep ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı 
Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
"Refikam, şu anda özür sahibidir. Peygamber Mescidini ziyarete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzurunda bir selam verip, Bâb-ı Cibril'den çıkmasına şer'an müsaade var mıdır?" dedi.

Seyyid Abdülhakim hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyanın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyasında gördüğü şahıs da bu şahıstı. 

Yavaşça:
"Bu sualin cevabına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyada olduğu gibi Resulullah efendimizin huzurunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyayı tafsilatı ile anlattı.

Sultanın dua ve yardım istemesi
Sultan Vahideddin Han kendilerini çok sever, takdir ederdi ve dualarını isterdi. Nitekim Abdülhakim Efendi hazretleri şöyle anlattı:
Memleketin işgal altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vaaz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'uke iletta'âm" yani "Sultan sana selam ediyor ve seni iftara çağırıyor" dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vaizleri, imamları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selamı var. Hepinizden rica ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin galip gelmesi için dua etmenizi ve Anadolu'daki mücahidlere para ve dua ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi rica ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebep oldum.

Bir defasında da Sultan Vahideddin Han, Ramazân-ı şerif ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyaret edecekti. Seyyid Abdülhakim Efendi'yi de davet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devamını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakim Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakim der demez, sultan sizi bekliyor diyerek, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yan yana biri dünya, biri ahiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiya Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Beraberce ziyaret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. (Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir) buyurup birini bana verdiler.

Abdülhakim Arvasi hazretleri siyasete hiç karışmamış, siyasi fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı" demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umumi manada tekke ve dergah tipine ait teşhislerin en güzelidir.

Kanunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi. 

Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslamiyet’e ve Resulullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defa olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikamet üzere idi. "İstikamet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir" sözünü sık sık tekrar ederdi.

Çok mütevazı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib olsak aranmayız." Ve, "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.

Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kıymetli sözlerinden bazıları:
"Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur."

"Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır."

"Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür."

"Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır."

"İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur."

"Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.

Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır."

"Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır."

"İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz."

"Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler."

"Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."

"Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz."

"Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor."

"Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim."

"Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."

“En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir." 

"Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!” 

"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."

“Kur'an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.”

“Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”

“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”

“Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.”

“Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.”

“Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.”

“Allahü teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.” 

“Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.”

“İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.”

“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.”

Talebelerinden bazıları o ilim deryası büyük veliden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.

Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır: 
Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve Farisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı" dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.

Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır: 
Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış."

Talebelerinden İlyas Efendi anlatır: 
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor" dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok" dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.

Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.

Necib Fazıl Kısakürek anlatır: 
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat... Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez" ve kimse vesika usulünü beklemezken "O olacak" buyurmaları büyük keramet" derdi.

Faruk Bey anlatır: 
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; "Faruk hariç hepimizden iyidir" derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi'nin ayak ucundadır.

Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi" buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir.

Talebelerinden Tahir Efendi anlatır: 
Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyanın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana; "Tahir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver" buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tahir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.

Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.

Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim" dedim. "Demek ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim" dedim.

Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: 
Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım. 

Halid Turhan Bey anlatır: 
Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.

26 Şubat 2013 Salı

Peygamberimizin Ayak İzi Nasıl Oluşmuştur?


Peygamber efendimizin aleyhisselatü vesselam ayak izinin İslam literatüründeki ismi Nakş-ı Kadem-i Şeriftir Efendimizin(s.a.v) ayak izinin oluşumu şöyle tarif edilmektedir:

''Peygamber Efendimizin bir mucizesi de yumuşak maddelere mesela kuma bastığı zaman ayak izlerinin belli olmaması fakat, taşa, sert maddelere bastığında izlerin çıkmasıydı. Mübarek ayağının bastığı ve iz bıraktığı bazı taş ve mermerler bir yadigar olarak asırlarca saklanmış elden ele emanet edilerek bereketlenilmiştir. Özellikle Müslüman devlet adamları, padişahlar bu kıymetli yadigarları önemli yerlerde özel muhafaza altına ederek, saklayıp, ziyaret etmişler ve ettirmişlerdir"

Türkiyede bulunan ayak izi ise, İstanbul, Topkapı Sarayında Mukaddes Emanetler Dairesinde korunmaktadır Peygamber efendimizin, Miraca çıkarken bastığı kayanın üzerine çıkan mübarek ayak izidir ve Hırka-i Saadet odasında bir dolap içinde muhafaza edilmektedir Resulullah efendimizin Miraca çıkarken bastıkları bu mübarek kayanın üzerine Kubbet-üs-Sahra adıyla bilinen bina inşa edilmiştir 


Hz Muhammed'in(s.a.v) ayak izinde kavis ve çukurların net olarak görünmemesi ve izin geniş ve düz bir bütünlük oluşturmasının sebebi, Peygamberimizin balçık kıvamında bir kil zemine basmış olmasıdır Kil zemine derin bir gömülme meydana geldiği için ayak tabanındaki üzengi kemiği çukuru ve tüm diğer kavisler balçık içinde kaybolmuş, geniş ve düz bir taban izi ortaya çıkmıştır Nitekim izin etrafına taşan çamur miktarı ile ayak parmaklarının ve topuğun derin iz bırakmış olması, Peygamberimizin ayağının çamura tabandaki tüm çukurları kapayacak biçimde girdiğini göstermektedir 


Hocalı Soykırımını Unutmadık!



Hocalı Katliamı, Karabağ Savaşı sırasında 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan Cumhuriyeti'nın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında yaşanan ve Azeri sivillerin Ermenistan'a bağlı kuvvetler tarafından toplu şekilde katledilmesi olayı.
"Memorial" İnsan Hakları Savunma Merkezi , İnsan Hakları İzleme Örgütü , The New York Times gazetesi  ve Time dergisine göre katliam, Ermenistan'ın ve 366. Motorize Piyade Alayı'nın  desteğindeki Ermeni güçleri  tarafından gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, Karabağ Savaşında Ermeni kuvvetlere komutanlık yapmış bugünkü Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ve Markar Melkonyan'ın aktardığına göre kardeşi Monte Melkonyan , katliamın Ermeni güçler tarafından yapılan bir intikam olduğunu açıklamıştır.
İnsan Hakları İzleme Örgütü, Hocalı Katliamı'nı Dağlık Karabağ'ın işgalinden bu yana gerçekleşen en kapsamlı sivil katliamı olarak nitelendirmiştir.
Azerbaycan Cumhuriyeti'nin resmî açıklamasına göre saldırıda 106'sı kadın, 83'ü çocuk olmak üzere toplam 613 Azerbaycan vatandaşı hayatını kaybetmiştir.


Ermeni güçleri 1992 yılının 25 Şubatı 26 Şubat'ta bağlayan gecede bölgedeki 366. Alayın da desteği ile önce giriş ve çıkışını kapadığı Hocalı kasabasında, Azeri resmî kaynaklarına göre, 83 çocuk, 106 kadın ve 70'den fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 sakin öldürülmüş, toplam 487 kişi ağır yaralanmıştır. 1275 kişi ise rehin alınmış ve 150 kişi ise kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başları kesildiği görülmüştür. Hamile kadınlar ve çocukların da maruz kaldığı tespit edilmiştir.
Eski ASALA eylemcilerinden Monte Melkonyan, Hocalı'ya yakın bölgede Ermeni askeri birliklere komutanlık yapmış ve katliamdan bir gün sonra Hocalı çevresinde gördüklerini günlüğünde anlatmıştır. Melkonyan'ın olümünden sonra, Markar Melkonyan kardeşinin günlüğünü Benim Kadeşimin Yolu (My Brother's Road) başlığıyla ABD'de çikardığı kitapta Hocalı katliamını şöyle tasvir ediyor :
Bir gece önce akşam 11 civarında, 2.000 Ermeni savaşçısı, Hocalı'nın üç tarafındaki yüksekliklerden ilerleyerek, kasaba sakinlerini doğudakı açılışa doğru sıkıştırmışlar. 26 Şubat sabahına kadar mülteciler Dağlık Karabağın doğu yüksekliklerine ulaşmış ve aşağıdakı Azeri kenti olan Ağdam'a doğru inmeye başlamışlar. Burdaki tepeciklerde yerleşen sivilleri güvenli arazide takip eden Dağlık Karabağ askerleri onlara ulaşmışlar. Mülteci kadın Reise Aslanova İnsan Hakları İzleme Örgütüne verdiği açıklamada "Onlar sürekli ateş ediyorlardı" diye konuşmuştu. Arabo'nun savaşçıları daha sonra uzun zaman kalçalarında taşıdıkları bıçakları kınlarından çıkararak bıçaklamaya başlamışlar.
Şu anda yalnız kuru çimenden esen rüzgarın sesi ıslık çalıyordu, ve ceset kokusunu uçurması için bu rüzgar henüz erkendi.

Monte üzerinde kadınların ve çocukların kırılmış kuklalar gibi saçıldığı çimene eğilerek "Disiplin yok" diye fısıldadı. O bu günün önemini anlıyordu: bu gün Sumgayıt Pogromunun dördüncü yıldönümüne yaklaşıyordu. Hocalı stratejik bir amaç olmasından başka aynı zamanda bir öç alma eylemiydi.
Bugünkü Ermenistan cumhurbaşkanı ve savaş süresinde Karabağ'da Ermeni güçlerine kumandanlık yapmış Serj Sarkisyan'ın İngiliz araştırmacısı ve yazarı Thomas De Waal'a söylediklerine göre :
Hocalıdan önce, Azerbaycanlılar bizim şaka yaptığımızı sanıyordu, Ermenilerin sivil topluma karşı el kaldırmayacaklarını sanıyorlardı. Biz bunu [stereotipi] kırmayı başardık. Ve olay işte bu. Ayni zamanda o delikanlıların arasında Bakü'den ve Sumgayıt'tan kaçanlarında olmasını anlamalıyız.
Ermenistan Maslahatgüzar'ı Movses Abelyan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na Ermenistan Dış İşleri Bakanlığı tarafından takdim ettiği mektupda, Azerbaycan'ın olayı "utanmazcasına kullandığını" söylemiştir. Abelyan, eski Azerbaycan cumhurbaşkanı Ayaz Mutallibov'un Çek gazeteci Dana Mazalova ile yaptığı ve 2 Nisan 1992'de Rusya'nın Nezavisimaya Gazeta gazetesinde yayımlanan röportaja dayanarak, sivillerin kaçışını kolaylaştırmak amacıyla Karabağ'daki Ermenilerin açmış olduğu dağ geçidinden yerli halkın kaçışının Azerbaycan Halk Cephesi militanları tarafından önlendiğini savunmuştur. Ayrıca Abelyan, Ermenilerin Azeri sivillere beyaz bayrak ile kasabayı terketme çağrısında bulunduğunu söyleyen bir Azeri kadınının sözünden alıntı yapan İnsan Hakları İzleme Örgütü Helsinki Watch bölümünün Eylül 1992 raporuna dayanarak, gerçekten Azeri militanlarının kaçmaya çalışanları vurduğunu yazmıştır.
Daha sonraki röportajlarda Mutallibov, Ermenileri kendi sözlerini bariz şekilde yanlış yorumlaması gerekçesiyle suçlamış ve sadece, "Azerbaycan Halk Cephesi Hocalı katliamının sonuçlarını kendi siyasi çıkarlarına kullandı" diye söylediğini vurgulamıştır.
İlaveten, İnsan Hakları İzleme Örgütü İcra Direktörü, sivil ölümlere Karabağ Ermeni güçlerinin doğrudan sorumlu olduğunu, hem kendi raporu hem de Memorialın raporunun Azeri güçlerin sivillerin kaçışını engellediğine ve sivillere ateş açtığına dair argümanı destekleyen herhangi delilin içermediğini ifade etmiştir.

Lahey'de Hocalı Katliamı anıtı
İnsan Hakları İzleme Örgütü olayı Dağlık Karabağ Savaşı içerisinde yapılan en büyük katliam olarak nitelemiştir. Azerbaycan Parlamentosu 1994'te Hocalı'da yaşanan katliamı "soykırım" olduğunu ilan etti.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin 31 üyesi (12 Türkiye, 8 Azerbaycan, 3 Birleşik Krallık, 2 Arnavutluk, 1 Bulgaristan, 1 Lüksemburg, 1 Yugoslavya Federal Cumhuriyeti, 1 Makedonya Cumhuriyeti, 1 Norveç, 1 Polonya) tarafından imzalanan, Ermenistan tüm Hocalıları öldürdüler ve tüm şehri harap ettiler ifadesinin de yer alan ve 19. yüzyılın başlarından beri Ermenistan tarafından Azerilere karşı işlenen soykırım olarak tanınmaya adım atılması gerektiğini bütün parlamento üyelere söyleyen 324 nolu bildiri yayımladı.
2009'un Şubat ayında Kaliforniya Eyalet Alt Senatosu'nun üyesi Felipe Fuentes, Azerbaycan cumhurbaşkanı İlham Aliyev'e yazdığı mektupda Hocalı olaylarını Azeri katliamı şeklinde nitelendirerek, kurbanların ailelerine başsağlığını sunmuştur.
Meksika Senatosu, 2011'de Hocalı olaylarını soykırım olarak tanımıştır.

Soykırım olarak tanımlayan ülke ve kuruluşlar
 Azerbaycan
 Meksika
 Pakistan
 Kolombiya
İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamentolar Birliği

Olay Azerbaycan tarafından "Xocalı soyqırımı" (Hocalı soykırımı), "Xocalı faciəsi" (Hocalı faciası) şeklinde adlandırılırken, Ermenistan tarafından Hocalı hadisesi gibi terimlerle ifade edilir. Dünyanın çeşitli dillerinde ve ülkelerinde de Hocalı katliamı benzeri ifadeler kullanılır.
Anıtlar
Yurt dışında Hocalı Katliamı anısına anıtlar inşaa edilmeye başlandı.
Bu anıtların ilki Hollanda'nın başkenti Lahey (Den Haag), kentinde dikildi.
Türkiye'de ilk Hocalı Katliamı anısına anıt başkent Ankara'nın Keçiören belediyesi tarafından 2005 yılında dikildi
2008 yılında Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de Hocalı Katliamı anısına anıt inşa edildi.
2009 yılında Ankara ili'nin Beypazarı ilçe merkezinde Hocalı Katliamı anısına anıt inşa edildi.
2011 yılında 26 Subat Hocalı katliamı yıldönümünde Isparta Belediye Başkanı Yusuf Ziya Günaydın, Dağlık Karabağ ve Hocalı’daki katliamı unutturmamak için Isparta’da Hocalı Katliamı anısına anıt inşa etme kara aldı
2011 yılında 26 Şubat Hocalı Katliamı yıldönümünde Ankara ili'nin Kızılcahamam ilçe merkezinde, Kızılcahamam Belediyesi tarafından Hocalı Katliamı anısına anıt inşa edilme kararı alındı.
2012 yılında 26 Şubat Hocalı Katliamı yıldönümünde Ankara'da Keçiören belediyesi, Hocalı şehitleri anısına Azerbaycan Parkı içerisinde yapılacak Soykırım Anıtı'nın temelini attı.
2012 yılında 24 Şubat'da Bosna-Hersek'ın başkenti Saraybosna'da Hocalı Katliamı anısına anıtın açılışı Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in kızı Haydar Aliyev Vakfı Başkan Yardımcısı Leyla Aliyeva tarafından yapıldı.
2012 Ağustos'unda Meksika başkentinde "Hocalı Soykırımı Anıtı"nın açılışı yapıldı.

22 Şubat 2013 Cuma

İşte Yeni Volvo V40'lar Hangisi Sensin?

Volvo’nun yeni yıldızları ile tanış. Yaratıcılığın en özgür hali olan bu otomobilleri keşfetmelisin çünkü onların ilham kaynağı sensin.

YENİ VOLVO V40

Yeni Volvo V40, lüksün ve zekanın kusursuz bileşimi. Sınıfının en düşük yakıt tüketimi ve CO2 atığı seviyesi ile de kusursuz bir çevreci. Dünyada bir ilk olan ve Yeni Volvo V40’ta opsiyonel olarak sunulan Yaya Hava Yastığı ise yayaların yaralanma riskini önemli ölçüde azaltıyor.

YENİ VOLVO V40 CROSS COUNTRY

Üstün performansı ve göz alıcı tasarımı ile keşfedeceğin yerler kadar heyecan verici. Şehirden uzaklaşmak istediğinde seni, sevdiklerini ve eşyalarını en sevdiğin maceraya ulaştırma yeteneğine sahip.

YENİ VOLVO V40 R-DESIGN

Benzersiz iç ve dış tasarımı, opsiyonel spor şasisi ve güçlü motor ailesi ile Yeni Volvo V40 R-Design farklı doğanların otomobili. Kişisel zevklerine göre özelleştirebileceğin ayrıntıları ile elde edeceğin aidiyet hissi, bu otomobilin sunduğu en değerli duygu.

Bir bumads advertorial içeriğidir.

13 Şubat 2013 Çarşamba

Blog Hocam okuyucularına çekilişle kitap hediye ediyor.

Blog Hocam 2. kez çekiliş düzenliyor. Daha önce sizlere buradaki linkte duyurduğum çekilişin ardından bir de okuyucularına kitap hediye eden bir çekiliş ile etkinliklerine devam ediyor.Kitapları inceledim Vina Jackson'ın kitabını kazanmak ve okumak isterim. 
Gelelim çekilin detaylarına;

Aşağıdaki Metin Blog Hocam tarafından hazırlanmıştır. 

Blog Hocam okuyucularına çekilişle kitap hediye ediyor. Okuoku.com sponsorluğunda düzenlenen bu çekiliş sonucunda 3 talihliye ödül olarak verlecek. Sosyal medya kullanıcısı veya blog yazarı olan herkes bu çekilişe katılabilir. Çekiliş Sayfası

12 Şubat 2013 Salı

Selahaddin Eyyûbi Türktür


Marksistler bir zamanlar, benim millîyetçi muhteşem asîler olarak kabul ettiğim Köroğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal gibi halk şairlerini sınıf savaşı ilan ederek, komünizme tarihi ve millî bir boyut kazandırmak istemişlerdi. Halbuki bu Celalî ozanların işçi veya köylü diktatörlüğü kurmak gibi bir niyetleri yoktu. Aksine Türk halk edebiyatının bu seçkin ve eylemci simaları, dönme-devşirme enderun iktidarında pekişen Osmanlı egemen sınıfına başkaldıran birer Türk milliyetçisiydiler. 

Şimdi aynı çabayı, farklı bir biçimde bölücülerden görüyoruz. Kürtlere ayrı bir ırk şuuru kazandırarak, Türkiye”nin Güneydoğu”sunda bir kürt devleti kurulması fikrini telkin edenler, halkın kendilerine sempati ile yaklaşması için tıpkı komünistler gibi tarihî şahsiyetleri ve tarihî olayları istismar etmeye başladılar. Hemen hemen bütün açık oturumları kürtçülere tahsis eden televizyon kanallarında sık sık tekrarlanan iddialar, özellikle Selahaddin Eyyûbi ile Malazgirt Savaşı etrafında yoğunlaşmaktadır. Haçlı ordularına karşı verdiği mücadelelerle bütün İslâm Dünyası”nda sarsılmaz bir şöhrete kavuşan Selahaddin Eyyûbi”nin bir kürt hükümdarı, Eyyûbi Devleti”nin de bir kürt devleti olduğunda ısrar ederek, bu büyük İslâm mücâhidine duyulan hayranlıktan yararlanmak isteyen bölücü propaganda, aynı amaçla bir başka yalana başvurmuştur. 

-Malazgirt Savaşı”na 20 bin kürt katıldı! Derhal belirtmek isteriz ki, kürtlerin Malazgirt Meydan Muharebesi”ne iştirak etmeleri bizi rahatsız etmez. Hatta Müslüman olmaları sebebiyle, hristiyanlara karşı savaşmak görevleridir de. Ama 1071”de bizanslısı, ermenisi, latini ve Balkanlar”dan getirip muhtelif bölgelere iskan edilen hıristiyanlaşmış Türklerle birlikte nüfusu 2-2.5 milyon civarında olan Anadolu”da kürtlerin 20 bin asker çıkarması esasen mümkün değildir. Kaldı ki kürtlerin Anadolu”da eskiden beri kalabalık kitleler halinde yaşadığını şuuraltına yerleştirmek amacını güden bu asılsız iddiayı tevsik edecek bir tek ciddi kayıt da yoktur! Yani Anadolu, kürtler sayesinde bir Türk vatanı olmamıştır! Birkaç aşiret hariç, kürtlerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu”da nisbeten görülmeye başlaması, Otlukbeli savaşını kaybeden Türkmen Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Beğ”in kendisine bağlı Türk aşiretlerini alıp, İran”a geçmesinden sonradır ki, ona rağmen bu bölgede çoğunluk Türkler”e ait olmaya devam etmiştir. 1473”teki Otlukbeli muharebesini takip eden yıllarda kısmen boşalan Doğu ve Güneydoğu yaylalarına Elcezire bölgesindeki kürtler gelip yerleşmişler ve Türk sultanlarının himayesi altına girmişlerdir. O günden beri de Türk Devleti”nin himayesi altındadırlar. Selahaddin Eyyûbi Türktür 

-2 Önce Türk Tarihi”nin en büyük imha savaşlarından biri olan Malazgirt Meydan Muharebesi”yle ilgili bir temel yanlışa işaret etmek gerekir. Malazgirt Meydan Muharebesi”nin, Anadolu”nun kapısını Türkler”e açtığından bahsedilirse de bu iddia tashihe muhtaçtır. Eğer Malazgirt Savaşı”ndan sonra Anadolu”ya sahip olmak hakkını elde edebilmiş olsaydık, 1072”de Kayseri, 1073”te Paflagonya, 1074”te Antakya meydan muharebelerini yapmak zorunda kalmazdık. 1048”teki Pasinler Meydan Muharebesi dahil, yukarıda zikrettiğimiz bütün savaşlarda düşman ordusunun imha, düşman başkomutanlarının da esir edilmelerine rağmen, Anadolu topraklarına egemen olamamışızdır. Hatta Ermeni Beyliği, Suriye Latin Prensliği ve maalesef Danişmentli Türk Beyliği ile ittifak kuran imparator Manuel Komnenos, 1161”de İkinci Kılıçarslan”dan toprak koparmış, Bizans orduları 1176”da ise Türklüğü “silip süpürmek” kararıyla Miryakefalon”da yeni bir meydan muharebesini göze alabilmiştir. 

Anadolu”nun tapusu, Malazgirt”le başlayan süreç içinde, ancak Selçuklular”dan sonraki beylikler devrinde Türkler”in eline geçmiştir ki bu tapuda Türk ırkının evlâtlarından başka, Allah”ın hiç bir kulunun hakkı yoktur! Fakat bütün bu gerçekler Malazgirt Meydan Muharebesi”nin öneminin inkâr edildiği anlamına gelmez. Bu savaş, sayıca kat be kat üstün düşman kuvvetlerinin imha edilmesi bakımından Türk Ordusu”nun, Bizans saflarında bulunan Hıristiyan Türkler”in, Müslüman kardeşlerinin tarafına geçmesi bakımından da Türk Millî şuurunun en büyük zaferlerinden biridir. Kürtlerin Malazgirt Meydan Muharebesi”ne 20 bin kişiyle katıldıkları yolundaki safsataya gelince… Dün de belirttiğimiz gibi Güneydoğu”yu Türkiye”den koparmak isteyenlerin bu iddiası, kürtlerin Anadolu”da eskiden beri kalabalık bir nüfus teşkil ettikleri Şkrini canlı tutmak gayretinden ibarettir. Malazgirt Meydan Muharebesi”ni konu alan hiçbir İslâm müverihinin eseri günümüze kadar intikâl etmemiştir. Ancak çağdaş kaynaklardan alınan bilgileri ihtiva eden bazı eserler elimizdedir. Bu eserler dikkatle incelendiğinde, müverrihlerin çoğunun şifahi iddiaları hiç bir muhakemeye tâbi tutmadan birbirlerinden kopya ettikleri anlaşılacaktır. Mesela Tarih-i Meyyafârikin ve Amid yazarı İbn”ı Ezrak, Türk Ordusu”nun mevcudunu “Sultanın az bir askeri vardı” ifadesiyle izah ederken, Ahbarü Devleti Selçukiyye”de bu sayı 15 bin olarak verilir. İbnü”l Cevzi, Türk Ordusu”nun 20 bin kişiye yakın olduğunu belirtirken, Bundari, İbnü-l Adim ve Reşidü”d-Din”de 15 bin rakamı tekrar edilir. Türk Ordusu”nun sayısı Kerimüdd in Mahmut”la Hamdullah Müstevfi”ye göre 15 bindir. 

Mirhond rakam vermez, sadece Türk Ordusu”nun azlığından bahseder ki bu rakamların hiçbiri doğru değildir. “Doğru” diyorsanız ve kürtlerin de 20 bin kişiyle savaşa katıldığını iddia edebiliyorsanız, Malazgirt Meydan Muharebesi”nde bir tek Türk yok demektir. Selahaddin Eyyûbi Türktür – 3 Malazgirt Meydan Muharebesi”yle ilgili şifahî bilgilerin rivayet edildiği, dün bahsettiğimiz eserler, hiçbir bilim adamı tarafından ciddiye alınmamıştır. Çünkü verilen bilgiler hem çelişkilidir, hem mübalağalı, hem de yanlış. Meselâ sahasındaki ilk müverrihlerden biri olan İbnü-l Kalanisî, bize savaşın hangi ayda vuku bulduğunu dahi bildirmez. İbnü”l Ezrak da savaşın cereyan ettiği ayı meskut geçer. Bizans İmparatoru”nun esir alındığını dahi bildirmez. Hatta Ahlat ve Malazgirt”in bu savaş sonunda Mervan oğullarının elinden çıktığını zanneder. Bundari”nin Zübdetü”n-nusra ve Nuhbetü”l-usra adlı kitabı, İsfahanlı İmadeddin”in eserlerinin süslü ve mübalağalı cümlelerle tekrarından ibarettir. İmadeddin ise esir düşen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes”in önce Azerbaycan”a götürülüp oradan Bizans”a dönmesine izin verildiğini söyler ki bu ifadenin doğruluğuna inanmak güçtür. 

Mirhond daha da ileri gider. Diogenes”in esir alınmasından sonra “düşmanlığın dostluğa, sevginin dünürlüğe müncer olduğunu ve imparatorun kızının, Alparslan”ın oğlu Melik Arslan”la evlendirildiğini” yazar. Malazgirt savaşından bahseden bir Norman şairi de Sultan ile imparator arasında böyle bir dünürlükten bahseder. Yalnız, Norman şairi, Mirhond”un aksine “Alparslan”ın, kızını Romanos Diogenes”in oğluna vermeyi vaat ettiğini” söyler. 

Tabiî ki bu dünürlük hikâyesinin ciddiyetle de, gerçekle de hiçbir ilgisi yoktur. İbnü”l Esir ise Alparslan”ın Bizans İmparatoru ile 50 yıllık bir barış yaptığını yazar ki hiç bir eserde böyle bir kayda rast gelinmez. Nitekim Malazgirt Savaşı”nın hemen akabinde Türk-Bizans muharebeleri devam etmiştir. Reşidüddin, Camiu”t Tevarih”in Selçuklularla ilgili bölümünde, Malazgirt Meydan Muharebesi”nin 463 Rebiülevvel ayında yapıldığını yazar ki bu takdirde savaşın Aralık 1070 veya Ocak 1071”de cereyan etmiş olması gerekir. 

İşte bu bilgiler ne kadar doğruysa, Kürtler”in Malazgirt Meydan Muharebesi”ne 20 bin kişiyle iştirak ettikleri palavrası da o kadar doğrudur. Malazgirt Zaferi”nden muhtelif Ortadoğu kavimlerine hisse vermek isteyen, bizim tespit edebildiğimiz ilk kaynak İbnü”l Kalanisî”dir. Kalanisî”nin Zeylü Tarihi Dımaşk adlı eserini ve diğerlerini ileride inceleyeceğiz. Selahaddin Eyyûbi Türktür – 4 6 Ocak 1995 Malazgirt zaferini muhtelif Ortadoğu kavimlerine mal etmeye çalışan bizim tespit edebildiğimiz ilk kaynak İbnü”l Kalanisi”dir. 1160 yılında, doğduğu şehir olan Şam”da ölen bu müverrih, Suriye”deki Türk beyleri ve onların haçlılarla mücadeleleri hakkında değerli bir eser bırakmakla beraber, Malazgirt savaşı konusunda uydurma rivayetleri nakletmiştir. 

Zaten bu büyük zafere bir sayfacık ayırması da konuyu bilmediğini göstermektedir. Önce de bahsettiğimiz gibi Kalanisi, savaşın hangi ayda yapıldığını dahi bilmez. Ama Zeylü Tarihi Dımaşk”ta, Türk Ordusu”nun “Türkler”den ve diğer kavimlerden olmak üzere takriben 400 bin kişiden meydan geldiğini” yazmaktan çekinmez. 

1257”de öldüğünü bildiğimiz vakanüvis Sıbt İbnü”l Cevzi, Mir”at”-Zeman Ş Tarihi”l Ayan adlı eserinde “onbin kürdün sultana katıldığını” yazar. Aynı müellife göre Alparslan Gazi”nin askeri sadece 4 binden ibarettir! Bizans ordusu 100 bin kişidir. Cevzi bu 100 bin askere 100 bin nakkab (delici), 100 bin carhi, (yaralayan) ve 100 bin ustayı da refakat ettirir. Bu mübalağa ile yetinmez. 800 mandanın çektiği 400 arabaya nal ve çivi yükler. Silah nakliyatı için de ayrıca bin araba tahsis eder. Bizans ordusunun bir tek mancığını 1.200 kişiye çektirir. Ve sanki savaş şartlarında yüklemesi mümkünmüş veya sanki pratikmiş gibi bir tek mancınığın 1200 kilo taş fırlattığını hikaye eder. 1335”te öldüğü tahmin edilen İbn”d – Devadari, Kenzü”d-dürer ve Camiü”l gurer de aynı mübalağalı ifadeleri benimser. 

Cevzi”nin verdiği rakamlara 100 bin okçu, 100 bin kat ipekli elbise ilave eder ve o da Türk Ordusu”nun mevcudunun 4 bin kişiden ibret gösterip, kürtlerden ve sair kavimlerden 10 bin kişinin Sultan”ın komutasında savaşa katıldığını belirtir. Biz hiç bir tarih kitabında, bir orduya mevcudunun iki buçuk misli insanın katıldığını okumadık. Değil Alparslan Gazi gibi bir harp dehasının, sıradan bir komutanın bile, savaş kabiliyeti meçhul, askeri disiplin altında yetişmemiş, belki de ilk darbede firara yeltenecek, Türk savaş taktiğinden habersiz, mukavemeti ve vuruşma gücü üstlerince bilinmeyen bir kalabalığı ordusuna kabul edebileceğine inanmıyoruz. Kaldı ki bir kaç günden beri fahiş hatalarını, akıl almaz çelişkilerini ve hatta cehaletlerini tekrarlamak ihtiyacını duyduğumuz bu müverrih veya vakanüvislerin hiç biri bilim adamlarınca ciddiye alınmamıştır. Ona rağmen, bu mübağalı ve asla ilmi kıymet ifade etmeyen kitaplarda bile 20 bin kürtten bahis yoktur! Bir millet yaratmak gayretiyle yazılan kürt tarihi Şerefname”de ise Malazgirt savaşına bir tek kürdün bile katıldığından bahsedilmez. Gerçek şudur ki Malazgirt, 50 bin Türk evladının 200 bin kişilik Bizans ordusunu yok ettiği parlak bir zaferin adıdır. Selahaddin Eyyûbi Türktür – 5 Kürt tarihi olarak da kabul edilen ve 1597 yılında tamamlanan Şerefname, Selahaddin Eyyûbi”nin kürt olduğuna dair iddiayı “tarih bilginlerinin ve araştırmacıların rivayetlerine” bağlar. 


Fakat bu bilginlerin ve araştırmacıların isimlerini zikretmez. Ama bugüne kadar güvenilir hiç bir islam tarihçisi veya bilim adamı Şeref Han”ı teyit etmemiştir. Şeref Han”ın umut ettiği destek, asırlar sonra ilmi gerçekleri mensup oldukları devletin siyasi emellerine alet etmek isteyen iki Batılıdan gelir: Grousset ve Cahen. Bunlardan Grousset, 1192-1193 yıllarında, Şam yöresindeki iç karışıklıkları, Cahen ise 1187”de el-Cezire Türkmenleri”yle kürtler arasındaki otlak kavgalarını etnik uyuşmazlık olarak nitelerler. Oysa bu türlü ihtilaflar, aynı aşiretin muhtelif oymakları arasında bile tarih boyunca süre gelmiştir.

Bazı İslam kaynakları Selahaddin Eyyûbi”yi 758 yılında Basra”dan Azerbaycan”a sürgün edilen, nakledilen veya göçen Yemen araplarından Ravvad b.El-Müsenna El-ezdi”nin soy kütüğüne kaydederler. Rivayete göre bu aile Azerbaycan”da Hezbaniyye kürtleriyle karışmış, daha sonra da Kuzey Irak”a dönerek Selçuklular”ın ve Zengi”lerin hizmetine girmiştir. Arap tarihçilerinin mümtaz şahsiyetlere, özellikle hükümdarlara, ırkçı düşüncelerle veya onları kutsamak için şecere uydurmak, hatta seyit ilan etmek gibi kötü bir gelenekleri olduğu için, bilim adamları bu Yemen”den Basra”ya, Basra”dan Azerbaycan”a göç hikayesine itimat etmezler. Edilecek gibi de değildir. Çünkü bugünün şartlarında bile sıradan bir ailenin 300-500 senelik tarihini takip etmek de bu ailenin sicilini tespit etmek de imkân dışıdır. 

Şeref Han, yukarıda naklettiğimiz rivayetteki Ravvad Arapları”nı, Ravende Kürtleri olarak değiştirmiştir ki, Selahaddin Eyyûbi”nin Kürt sanılması işte bu tahrifattan dolayıdır! Oysa aynı Şerefname”de Selahaddin Eyyûbi”nin kardeşleri şöyle sıralanır: Mahammet Ebu Bekir, Şemsüddevle Turan Şah, Seyfilislam Tuğtekin, Şehinşah, Tacilmülük Buri. Görüldüğü gibi Selahaddin Eyyûbi”nin kürt olduğunu iddia eden Kürt Tarihi yazarı Şeref Han bile, onun kardeşlerinden ikisinin Turanşah ve Tuğtekin gibi Türk has isimleri taşıdığını ifade etmekten kaçamamıştır. Kaldı ki Şeref Han”ın Buri imasıyla yazdığı en küçük kardeş, bütün kaynaklarda Böri veya Börü şeklinde kaydedilmiştir. Bilindiği gibi Börü ismi de Türk has isimidir ve kurt demektir! Selçuklular”ın ve Zengi”lerin hizmetinde büyük emirler olarak çalışan Selahaddin Eyyûbi”nin babası Necmettin Eyyûp Azerbaycan”daki kesif Türkmen boyları arasında yerleşmiştir ve Türk”tür. 

Çünkü Selahaddin”in bir Türk oyunu olan ve o tarihlerde Irak tarafında bilinmeyen poloda mahir olduğu kesinlikle bilinmektedir. Bu büyük Türk hükümdarının annesi, Şihabeddin Tokuş”un kardeşidir. Kız kardeşi Rabia Hatun”u da önce Gökbörü ile evlendirmiştir ki, ikisi de Türk”tür. Ağabeyi Şehinşah ise Kutlukız Hatun adında bir Türk kızıyla evlenmiştir. Selahaddin Eyyubi”nin bizzat kendisi de evlenmek için bir Türk kızını tercih etmiştir: Amine Hatun b. 

Necdet SEVİNÇ / Yeniçağ, 5-12 Ekim 2004

Kaynak;
http://www.sozkonusu.net/selahaddin-eyyubi-turktur-necdet-sevinc.html 

11 Şubat 2013 Pazartesi

Senin Sesin, Senin Hediyen!

Sevdiğinize mesajınızı kendi sesinizle yollayabilseniz güzel olmaz mıydı?

SesiniVer.com bize bu fırsatı sunuyor!

Sitedeki birbirinden güzel kartlardan birini seçtikten sonra isterseniz yazı yazabiliyorsunuz. Ama en önemlisi yazı yazmasanız bile karta sesinizi ekleyebilirsiniz. Nasıl mı? Tabii ki QR Code teknolojisiyle.

İki seçeneğiniz var, dilerseniz site üzerinden canlı canlı kaydedebilir, isterseniz önceden kaydettiğiniz sesinizi ekleyebilirsiniz. Bu arada sadece sizin sesiniz olması gerekmez, 2mb’ı geçmeyecek büyüklükteki herhangi bir ses dosyasını yollamanız mümkün. Eşinize yolladığınız kartta ilk dans müziğinizin olması hoş olmaz mıydı?

Sesli kartın çok uygun fiyatlarla iki çeşidi var. Biri bildiğimiz kartpostal, diğeri de e-kart. E-kartı seçerseniz, kartınız e-posta olarak hem size hem de e-posta adresini verdiğiniz kişiye gönderiliyor. Üstelik anında! Kartpostalı ise iki gün içerisinde hazırlayıp, teslim edebiliyorlar.

Bu arada kartı isterseniz doğrudan sevgilinize yollayabilirsiniz. Ya da önceden kendinize yollatıp hediyenizin yanına da ekleyebilirsiniz.

Ödemesi de gayet kolay! Havale ve PayPal ile ödeme yapabiliyorsunuz. Dilerseniz 5 TL fark ödeyerek kapıda nakit veya kredi kartı ile ödeme seçeneği de mevcut.

En ilginç hediye sizinki olsun istiyorsanız veya aldığınız hediye içinize sinmediyse bu kart tam size göre!

Detaylı bilgiler için aşağıdaki linkleri takip edebilirsiniz:

SesiniVer.com
https://www.facebook.com/sesiniver
https://twitter.com/sesiniver




Bir bumads advertorial içeriğidir.

5 Şubat 2013 Salı

Bir Antalya Markası


Yapı market bünyesinde tüketicinin tüm sorunlarını gideren işletmeci Şener Yörük, "Eviniz ne isterse" sloganıyla tüm ihtiyaçları kaliteli ve ucuza gideriyor...


Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Ben Şener Yörük.1983 doğumluyum.Süleyman Demirel Üniversitesi İnşaat mezunuyum.Yaklaşık 10 yıldır yapı market sektöründeyim.Bu arada 1.5 yılı aşkın bir süredir aynı evi paylaştığım eşimle beraber evinizneisterse.com internet sitemizden aktif olarak müşterilerimize hizmet veriyoruz.

Evinizneisterse.com fikri nasıl çıktı?

Bünyemizde bulunan yapı market müşterilerimizin tadilat ve dekorasyon konusunda yaşadığı sıkıntılar bize bir kapı açtı. Özellikle fiyat ve kaliteli işçilik arayan müşterilerimizin varlığı neden bütün işleri tek elde toplamıyoruz? Sorusuna cevap oldu biraz.Hem severek yaptığımız bir iş hem de iş bittikten sonra insanların yüzündeki mutluluk bizi daha da kamçıladı bu konuda.Özellikle tadilat,tamirat gibi konularda formal ve modern bir oluşum içine girmek istedik.

Peki eviniz ne isterse bir tek biz yeteriz diyorsunuz…İsim ve slogan hakkında sıkıntı yaşadınız mı?

Bu konuda sosyal medyada kısa bir kamu araştırması yaptık aslında.Çünkü aklımızda birden çok seçenek oluşmuştu.Ama biz hem akılda kalıcı hem de insanların yaptığımız iş hakkında büyük ölçüde fikir sahibi olacağı bir isim ve slogan istiyorduk.Ama sonuç olarak ismi de sloganımızı da eşimle beraber bulduk.Ve isim hakkımızı alarak ilk adımı attık.

 

Evinizneisterse.com müşterisini nasıl tanımlarsınız?

Kesinlikle ne istediğini bilen ve yenilikçi. Çünkü aslına bakarsanız bu bir güven işi ve biz bu güvene çok değer veriyoruz.Kalite ve hassasiyet arayan bir müşteri portföyümüz var.İlk başta da dediğimiz gibi onların yüzündeki gülümseme ve teşekkür mesajları bizi aslında en çok mutlu eden şey.

Kaç kişilik bir ekibiniz var?

Sıralama olarak 12 iş kolunu profesyonel ekibimizle üstlenmiş bulunmaktayız.Sayı olarak 24 kişiden oluşuyoruz.
Dekorasyon ve tadilat konusunda ürünleri nereden sağlıyorsunuz?

Önceden de belirttiğimiz gibi bünyemizde bulunan bir yapı market şirketimiz var.Konyaaltı Arapsuyu’nda Yörükler Yapı Market ismiyle hizmet veriyoruz.Gerekli olan bütün malzemeleri buradan temin ediyoruz.

Kaç farklı marka var peki?

Genel olarak 18 farklı markayla çalışıyoruz diyebiliriz.Markalarımızı seçerken garantili ve kaliteli olmasına çok önem veriyoruz.

Kısa zamanda Antalya'da aranan bir marka oldunuz. Sırrınız nedir?

Sırrımız kesinlikle verdiğimiz güven.Bunu en doğru bu şekilde açıklayabilirim çünkü verdiğimiz hizmet bu alanda alışılmışın dışında.Ama müşterilerimizle kurduğumuz samimi bir alışveriş bizimkisi.Zaten bizim için en önemlisi güven ve sonuçtan müşterilerimizin memnun olması.Bütün özenimiz bunun için.İşimizi severek yapıyoruz ve geçici değil kalıcı olmak istiyoruz.Bu sebeple yaptığımız işlerden ve müşterilerimizden çok güzel geri dönüşler alıyoruz.Bu da bize kulaktan kulağa reklam olarak geri dönüyor.Yapılan hizmetten memnun olan müşterilerimiz yakınlarına,ailelerine bizi tavsiye ediyor.

Son olarak eklemek istedikleriniz?

Son olarak Tüm Antalya’dan bu atılımımıza destek bekliyoruz.Karşılıklı güven içeren samimi alışverişler de bulunmak istiyoruz.Ev,ofis,teras,yazlık,bahçe vs... bütün alanlarında değişiklik yapmak isteyenler müşterilerimiz bize bir alo desin yeter.Biz ücretsiz keşif yapıyoruz.Keşifler de bizzat kendimiz bulunuyoruz.Ve karşılıklı fikir alışverişi yapıyoruz ne yapabiliriz? diye.Sonrasında en optimal sonucu uygulamaya geçiriyoruz.Size yapacağımız işlemin kaç günde biteceğini önceden söylüyoruz.Ama şunu da söylemek de fayda var şu zamana kadar hep vaat ettiğimiz zamandan önce işlerimizi teslim ettik.Eğer tadilatta sıkıntı yaşıyorsanız,zamanınız kısıtlıysa ve kaliteli işçilik arıyorsanız bizi aramanızı öneririm.

1 Şubat 2013 Cuma

Ptt'den PttCell Operatörü


Posta Telgraf Teşkilatı yeni iş alanlarına girmeye devam ediyor.

Geçtiğimiz yıl epttavm.com ile e-ticaret’e “merhaba!” diyen PTT, şimdi de Avea’nın alt yapısını kullanarak mobil operatörler arasındaki yerini alıyor.

173 yıllık bir tarihe sahip olan Posta Telgraf Teşkilatı, daha sonra 1913 yılında Posta, Telgraf ve Telefon Umum Müdürlüğü olarak değiştirilmişti. Kısaltmasındaki T’lerden bir tanesinin telefonu simgelediği PTT telefon işine tekrar giriyor.

İlk aşamada faturasız tarife ile, 200 PTT merkezinde satışa sunulacak olan Pttcell’in, Mart ayı sonunda tüm PTT merkezlerinde satılması hedefleniyor.

Alt yapısı Avea tarafından sağlanacak olan Pttcell ile beraber PTT, posta, banka, lojistik, e-ticaret ve mobil dünyada hizmet vermeye devam edecek.

Pttcell müşterileri, tek seferde 20 TL ve üzerinde yapacakları yüklemelerde; kendi aralarında ayda 3000 dakikaya kadar ücretsiz olarak konuşmalarına imkan verecek olan tarife kapsamında; her yöne yapılabilecek 5 dakikalık aramalar 30 kuruş, her yöne gönderilebilecek 2000 SMS 9 TL, 1 GB’lık internet paketi ise sadece 14,5 TL olarak ücretlendirilecek.

Pttcell’li olan ve 600 dakika kampanyasına kayıt yaptıran herkese yurtiçi aramalarında 3 ay boyunca ayda her yöne 200 dakika olmak üzere toplamda 600 dakika konuşma hediye ediliyor. Faturasız Pttcell’liler Türkiye’deki tüm PTT işyerlerinden ve PTTMatik’lerden TL yüklemesi yapabilecekler. Ayrıca www.pttcell.com.tr adresinden ve 444 6 788 (444 6 PTT) Pttcell Müşteri Hizmetlerinden de 7/24 kredi kartı ile TL yüklemesi yapılabilecek.

“Türkiye’yi seviyoruz, hesaplı hattı sunuyoruz.” sloganıyla yola çıkan Pttcell’in nasıl bir geri dönüş alacağını ilerleyen günlerde göreceğiz.

http://blog.natro.com/2013/02/01/ptt-mobil-operator-oluyor/